5 Ekim 2015 Pazartesi

Hukukçunun kıdemlisi

Hukukçunun kıdemlisi


“Hukukçunun kıdemlisi avukat, avukatın kıdemlisi icracı olur!” 

Bu sözü yabana atarak, avukatlarla ilişkilerini düzgün ve düzeyli olarak oluşturamayan nice hakim ve savcı arkadaşımız, emekli olup da, bir Baro’da avukatlık yapmak istediklerinde, nedense geçmişin ızdırabını yaşıyorlar. 
Barolara başvuru yaptıkları zaman, aralarına katılmak istedikleri avukatların, topluca itirazına muhatap olan nice hakim ve savcı olmuştur. Onların Baro kayıtları çoğu yerde neredeyse Adalet Bakanlığı’nın emriyle gerçekleşmiştir.
İtirazla karşılaşmayan veya itirazları aşarak Barolara üye olup da avukatlık mesleğine adım atanlar ise, çeşitli ekonomik, sosyal ve psikolojik zorluklarla karşılaşmışlardır. Bu zorluğu, duruşma aralarında Baro dinlenme odaları yerine, eskiden görev yaptıkları, önceki makam ve mevkilerinden dolayı saygınlık gördükleri mahkeme kalemlerini tercih etmelerinden ve özel ilişkilerinde avukatların arasında yer bulmakta zorlanmalarından anlıyoruz. 
Bu konuda hiç de sıkıntı çekmeyen, avukatların arasına katılır katılmaz, içeriden birisi gibi hissedilerek kabul gören, avukat olur olmaz Baro yönetimlerine seçilmekle ödüllendirilen hakim ve savcılar vardır. Çünkü onlar mesleklerini yaparken, hukukçu kimliklerini unutmadan ve avukatlarla eşit ilişkiler kurarak, Baro merdivenlerini çıkmışlardır.
Emekli olduktan sonra avukat olan, eski yargıç ve savcılar bürolarını açtıklarında, aldıkları emekli maaşını ofis gideri olarak harcamalarına rağmen içine düştükleri sıkıntıları aşmaya uğraşıp, mesleklerini yapmaya çalışırlarken, bu kez geride kalan yargıç ve savcı arkadaşlarının engelleriyle karşılaşıyorlar. Daha dün oysa kendileri o makamlardaydı ve muhatap oldukları avukatlara da onlar aynı şekilde davranmışlardı. Geçmişte ne kadar güçlü idiler, şimdi ise ne kadar zayıf bir durumda olduklarını düşünüyorlar. 
Diğer yandan avukatlık meslek hayatı boyunca, “Bir avukatın en büyük düşmanının yine en yakınında gibi görünen müvekkil olduğu gerçeği”ni kısa zamanda anlıyorlar. Çünkü, kırk ayrı avukata danışarak gelip, bir de danışma ücretini ödememekle işe başlayan müvekkillerden çekmeye başlıyorlar. 
Oysa daha dün, bu avukatların kolay para kazandığını, kendilerinin onca yıl uğraşıp karar verdikleri dosyalardan dolayı avukatların kolay ve fazla para kazandıklarını düşünüp, açıkça kıskançlık duyuyorlardı. Şimdi ise, vaad edilen paraların ödenmediği, herkesin işi bitince, bir daha avukatın bürosuna uğramadığını çok sonra da olsa öğreniyorlardı. 
Bir avukat bürosunun açılması, yürütülmesi, elektrik, su, telefon, sekreter, kırtasiye, kira, ulaşım giderleri başlı başına görünmeyen giderler olarak karşımıza çıkıyor ve kimse, hatta müvekkiller dahi bunun nasıl döndüğüne dair duyarlılık göstermiyor. Hakimlik ya da savcılık mesleğinden gelerek avukat olmaya, bu kıdeme erişmeye çalışan meslektaşlarımız, aldıkları emekli maaşının gücüne güvenip, hayata maaş gözüyle bakıyorlar ve fakat ofis giderlerinin altından kalkılamaz boyutta olduğunu görünce, apar topar bürolarını kapatıp evlerine çekiliyorlar. Yani işin göründüğü gibi olmadığını anlıyorlar.
Anlıyorlar ki, avukatlar çok çileli bir uğraşı meslek edinmişler ve kolay yoldan para kazanamıyorlar. Avukatların hem hukuki hizmetleri karşılığı beklentileri gerçekleşmiyor, hem de müvekkillerinin kolayca ortaya atıp, kendilerinin de inandıkları, “beni sattı” dedikodusu altında eziliyor, bir de azilleniyorlar. İş bununla kalmıyor, avukatlar potansiyel olarak, müvekkillerinden her an için “haksız kazanç temin etme” suçunun faili olarak yine savcı ve yargıçların huzuruna çıkıyorlar.
Son dönemlerde maliyenin, avukatların “tatlı kazançları”nın peşine düşmesi de gösteriyor ki, avukatlar ciddi bir kıskacın altında eziliyor. 
Avukatların hangi koşullarda mesleklerini yürüttüklerini iş işten geçtikten sonra anlayanlar, eski “güç”lerini kaybetmişler ve “zavallı” konumlarda sürünürken idrak etmiş oluyorlar. 
Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü”nde savcılık ve yargıçlık yapan İvan İlyiç’in sağlıklıyken güçlü, sanıkların ise ne kadar güçsüz olduğunu görüyoruz. Mahkeme salonunda, yargıç “otur” demediği zaman, kimsenin oturamadığı, sorulanlara ayakta yanıt verilmesinin zorunlu olduğu –yasal- saygınlık ortamında, egemenliğin sahte doruğuna ulaşılabiliyor. Defalarca karşılaşmışımdır; özellikle ceza davalarında duruşma sırası geldiğinde, gerekli saygı sınırını aşmadan, müdafii ya da müdahil sırasına oturan avukata, bir çok yargıcın, “otur demeden oturulur mu?” tartışması yaşattığını, duruşma salonundaki egemenlikleri karşısında, alttan alıp, suskun davranıldığını biliyorum.
Duruşma tutanağını dahi avukatlara vermemeyi, mahkeme kalemlerinde avukatlara karşı güvensiz durmayı ayrı bir egemenlik alanı olarak algılayan, avukatların mesleki konumları gereği, birden fazla mahkemede duruşmalara girdiklerini, bu nedenle öncelikle onların dosyalarını alarak, zaman kazandırma nezaketi göstermeyen yargıçlarımız olduğunu biliyoruz. Hele bir de savcı olarak huzuruna ifade almak üzere davet ettikleri avukatlara karşı, burunlarından kıl aldırmayan savcılarımız… Aramıza geldiklerinde, göz göze olduğumuzda, bu tarihsel sürecin ne anlama geldiğini hepimiz daha iyi anlayabiliyoruz.
İvan İlyiç’in karısı Praskovya Fiodorovna’nın, isteklerini yaptırıncaya kadar kendisine karşı çok kaba davranması, aşağılaması; görevi nedeniyle gerçekleşen tayin ve atamalarda uğradığını düşündüğü haksızlıklar; bulunduğu mesleki kariyere göre devlet tarafından ödenen maaşın azlığının getirdiği zorluklar, günümüzde de bir yargıcın ya da savcının meslek yaşamına önemli bir etki yapar. Bugün avukatlar da bu zorlukların altında ezilmekte, toplumsal anlamda beklentilerini gerçekleştirmekten çoğu zaman yoksun kalmaktadırlar. 
Hastalandığında gittiği doktoru, tıpkı eskiden İvan İlyiç’in karşısına gelen sanıklara kendisinin davranmış olduğu gibi davranır. Doktorunun, bütün diğer meslek sahiplerinin profesyonel havasıyla soru yöneltmesini, her defasında kendisinin de mahkemede iken sanık, şikayetçi, tanık ya da avukatlara, “bunu bize bırakın biz ne yapacağımızı biliriz!” edasıyla yönelttiği soru sorma tarzına benzetiyor ve eziliyor. Sanıkların kendisine soru sorduğunda içine düştüğü ezikliği o da doktoru karşısında hissederek, “Biz hasta insanlar kuşkusuz sık sık yersiz sorular sorarız.” diye söze başlayıp, doktora yönelttiği sorular karşısında İvan İlyiç, doktorun kendisine süzerek bakmasını, kendisinin, “Parmaklıklar arkasındaki tutuklu! Eğer yalnızca sorulanlara yanıt vermekle yetinmezsen, seni duruşma salonundan çıkarmak zorunda kalacağım.” demesine benzetiyor. Öyle ya, o da sanık ya da tanıklara aynı şekilde yaklaşıyordu. Bu çarpıcı gerçeği hiç unutmamak gerekir!
Peki hiç bir yan geliri olmadan, stajerliğinden bu yana avukatlık mesleğini yürüten, “çekirdekten” gelme avukatların hali ne? 
Yargıç İvan İlyiç’in durumu iyi iken mahkemede yaşadıklarını ve fakat hasta olduktan sonra içine düştüğü zavallılaşmayı avukatlar kendi bürolarından doğru yaşıyorlar. Bir müvekkil gelir, sizi en büyük avukat yapar, sonra havası alınmış balon gibi yere çakar. Bir avukatın meslek hayatında, kendisini koruyarak mesleğini sürdürmesinin önünde oldukça fazla engel vardır. Verdiği hizmetin karşılığı olarak ödenmesi gereken ücreti almak, bunun serbest meslek makbuzunu düzenlemek ve vergisini ödemek gibi hakkı yoktur avukatın. Çünkü ödenilmesi gereken ücret sürekli “ati”ye bırakılır ve o “ati” bir türlü gelmek bilmez. İşi biten müvekkili de avukatın bürosuna getirmek mümkün olmaz. Doktorların deyimiyle, artık hasta iyileşmiş, ayağa kalkmış ve yapılan işlerin bir mucize olmadığını görmüştü. Geriye dönüp emek sarfeden avukatın parasını ödemek açıkça, “kerizliktir!” Bütün avukatlar bu gerçekle yüzyüzedir. 
Yasal yollara başvurup ücret hakkını talep eden avukata karşı, ilk dilekçeyi yine bir başka avukat meslektaşı yazıverir. Hem Baro’lara ve hem de Savcılıklara arkası arkasına yazılan dilekçelerden başını kaldıramayan avukat, mesleğini “demoklesin kılıcının tehditi” ile yapar.
Geçirilen zorlu süreçler, aşılan engeller o kadar çok ki. İşte bu süreci geçiren avukatları anlamadan, anlamaya çalışmadan, onlara insani ve mesleki yönden hoşgörü ile yaklaşmadan emekli olup da avukatların arasına katılmaya kalkışan hakim ve savcı arkadaşlarımız, esas kıdemin çekirdekten gelerek avukatlık mesleğini yürüten arkadaşları olduğu gerçeğini geç de olsa anlıyorlar. Çünkü meslek hayatlarında Devlet’in yargı erkinin verdiği makam ve mevkiyi sadece kendilerine ait ve hiç ellerinden alınmayacakmış gibi düşünüp öyle hareket edenler, emekli olduklarında neye uğradıklarını şaşırıveriyor, hatta zavallılaşıyorlar. “Emekli bir general hali” tanımlaması tam da uygun düşüyor. İşte İvan İlyiç’in hastalandığı zamanlarda içine düştüğü durum bunun karşılığı oluyor.
Avukatların arasına katıldıklarında, “eski hakim”, “eski savcı” ibaresini avukatlık ibarelerinin önüne eklediklerinde, halk arasında oldukça prim yapıyorlar. Potansiyel müvekkil çevresinde de ücret yönünden lehlerine bir durum oluşuyor. Ancak son zamanlarda Avrupa Birliği’ne uyum süreci ile değişen Türkiye hukuk sistemi ve yasal mevzuat karşısında, hızla emekli olmayı tercih ediyorlar. Çünkü “bildik” yöntemler değişiyor, yeniden ders çalışmak gerekiyor.
“Eski hakim” ya da “eski savcı” olmanın esasen, Yargıtay’ın kararlarının incelenmesi ile neye kadir olduğunu anlamak çok da zor olmuyor. Çünkü Yargıtay, yerel mahkemelerden gelen kararların, yaklaşık yüzde 47’sini bozarak geri gönderiyor. Yani “eski hakim” ve “eski savcı”larımızın, ne kadar isabetli kararlar verdikleri de, yine sistemin kendi içindeki öz denetiminden anlaşılıyor. 
Bu nedenle avukatlık mesleğine ilk adım atıldığından itibaren, sürekli olarak araştırma, sürekli olarak okuma ve hukuk fakültesinde kazandığı muhakeme yapma gücünü diri tutma gibi bir görevi vardır avukatın. Karşımızdaki engeller insani engellerdir ve mutlaka açık bir kapısı vardır. En çok çalışan, kazanacaktır!
Avukatın kıdemlisi
Pisagor’un dediği gibi, “Adalete dayanmayan kuvvet zalim, kuvvete dayanmayan adalet acizdir.” Bir avukatın da her zaman düşünmesi ve gözetmesi gereken husus, aldığı bir kararın icra kabiliyetinin olup olmamasıdır. 
Müthiş bir hukuk mücadelesi vererek sonuca ulaşan avukatın, elindeki karar icra edilemez bir karar ise, bütün zamanı, emeği, dehalığı çöpe gider. Bir hukuk dehası olarak verilen mücadelenin arkasından gelen başarılı ve lehe sonuçlanmış olan bir mahkeme kararı, icraya konularak infaz edilemiyor ise, gidilen yolun mesafesi sıfır kilometredir. 
Bir çok arkadaşın, icra işleri ile meşgul olmayıp, kendilerini “ceza avukatı”, “ağır ceza avukatı”, “arazi davası avukatı”, “uluslararası avukat” diye tanıttığını ve bu ünden de oldukça fazla yararlandıklarını biliyoruz. Ama hukukçu kimlikleri ile değil, yarattıkları haksız rekabetleriyle... 
Oysa ellerindeki bir ilamın, icra ve iflas hukukuna uygun olarak infaz işlemini yapmayı dahi beceremeyecek kadar meslekteki yetersizlik düzeyi tartışılmaz bir çok meslektaşımızın, potansiyel müvekkil ortamında, gerçek hukukçu kimliklerinin dışında, iki ayaklı panoların oluşturduğu imaj ile “ün” sağladıklarını, bu acıklı durumun öteden beri sürgit devam ettiğini biliyoruz.
İşte avukatın da, meslek olarak esasen kıdeminin, elindeki mahkeme kararına infaz kabiliyeti kazandırabilmekten geçtiğinin altını çizelim. 
Avukatlık mesleğinde, belgeye dayalı herhangi bir uzmanlık söz konusu olmamasına karşın, mesleğin başından sonuna sürekli olarak avukatın kendisini yenilemesi, eğitmesi gerekiyor. Değişen yasal düzenlemeleri takip edebilmek, gelişen hukuk bakışını algılayarak buna uygun olarak mesleği sürdürmek, sürekli öğrenmeyi gerektiriyor. 
Kendi gerçeklerimiz üzerinden mesleği sorgulamak, evine çoğu kez ekmek dahi götüremeyen, büro giderlerini karşılayamayan meslektaşlarımızın durumunu gözetmek, bütün hukukçuların kıdem noktasının avukatlıktan, avukatlığın kıdem noktasının ise geniş anlamda icracılıktan geçtiği gerçeğini görmek gerekiyor.
İşte bu nedenle, serbest muhasebeci ve mali müşavirlerin oda örgütlenmelerinin üzerinden bir on yıl geçmemiş olmasına karşın, meslek örgütü olarak avukatların meslek örgütlerinden daha ileri düzeyde mücadele ettiklerini, mesleki yönden daha gerçekçi kazanımlar edindiklerini biliyoruz. Örneğin herhangi bir vergisel iş yapan bir kimsenin mutlaka bir muhasebeci ile birlikte çalışma zorunluluğu ve bir muhasebecinin aylık ücretini ödemeyen mükellefin defterlerini bir başka muhasebecinin tutmasının yasak olduğu gerçeğini dahi göz önüne getirdiğimizde, avukatların ne kadar geri bir düzeyde durduklarını görebiliriz. 
Aynı zamanda, meslekte uzun yıllarını vermiş olanlar ile daha henüz yeni başlamış olanlar arasında, herhangi bir kıdem ayrımı olmaksızın çalışılmaktadır. Artık hiç değilse noterler tarafından yapılan işlerin, belirli bir kıdeme gelmiş avukatlar tarafından yapılabilmesine imkan sağlayan yasal d
üzenlemelerin yapılmasının zamanı gelmedi mi?
Bugün avukatların genel olarak içinde bulunduğu durum, “Çallı’da iş bekleyen amelelerin” durumundan daha iyi değildir. Beden işçisi ameleler azalırken, beyin işçisi serbest meslek sahiplerinin arttığı günümüzde, hizmet ve düşün emeği ile geçinenlerin hayatı yeniden sorgulaması gerekiyor. İşte –bir tercih olmanın ötesinde ise- boşananlar, -yine bir tercih olmanın ötesinde ise- evlenmeden hayatlarını geçirenler ve hatta evi ile bürosunu ortak kullanan arkadaşlarımızın durumu ortadadır.
Aynı ortamda meslek hayatımızı sürdürdüğümüz yargıçlar, savcılar ve avukatlar biraz daha cesaretle birbirlerine karşı güven duymalı ve birbirlerini daha iyi anlamalıdırlar. İşe önce buradan başlamakta yarar görüyorum.

Av. İsmail DUYGULU